Biri demiş hocaya: “Hocam sen bize hikâyeler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun.”
Hoca cevap vermiş: “Biri sana meyveyi çiğneyip öyle ikram etse, hoşuna gider miydi?”
Farkındalık da öyle bir şeydir. Senin anlaman gerekir.
“Adam, oğlunun odasının önünden geçerken hayretle bakakaldı. Yatağı güzelce toplanmıştı ve odası hiç olmadığı kadar derli toplu görünüyordu. Sonra adam yastığın üzerine bırakılmış mektup zarfını fark etti. Üzerinde babama yazıyordu.
Aklından geçen bin bir kötü düşünceyle mektup zarfını açtı ve titreyen elleriyle mektubu okudu:
Sevgili baba... Sana bu satırları derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde yazıyorum. Kız arkadaşımla kaçmak zorundaydım çünkü seni ve annemi yaşanacak rezaletten uzak tutmak istedim. Gerçek tutku ve aşkı ben Sedef’le buldum ve o öyle tatlı ki anlatamam... Şunu biliyordum siz onun vücudunun her yerine taktığı küpeleri, derisine işlettiği dövmeleri, kendine has o çılgın giyim tarzını asla ama asla onaylamayacaktınız ve tabii benden çok büyük olması da bir sorundu. Fakat benim için değildi... Sadece gerçek tutku ve gerçek aşk...
Baba Sedef hamile! Sedef’in dediğine göre çok mutlu olacağız. Ormanda kendine ait bir karavanı ve tüm kış yetecek kadar da yakacağı var. Bir sürü çocuğa sahip olma düşüncesi rüyalarımızı süslüyor. Sedef benim gözlerimi esrar gerçeğine açtı ve artık biliyorum ki esrar kimseye zarar vermez. Esrar yetiştirecek, insanlara pazarlayacağız ve yine bu sayede ihtiyacımız olan kokaine ulaşacağız.
Artık tam anlamıyla bilime yalvarıyoruz, dualar ediyoruz şu AIDS’in çaresi bulunsun ve Sedef sağlığına kavuşsun diye... O kesinlikle iyileşmeyi hak ediyor.
Endişelenmeyi bırak baba ben 15 yaşındayım ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Eminim bir gün geri döneceğiz ve sen kendi torunlarını tanıyacak, seveceksin.
Oğlun Cahit
NOT: Baba yazdığım mektubun tek kelimesi bile doğru değil. Ben Fatihlerdeyim. Sadece sana; masamın üzerinde seni bekleyen karneden daha kötü şeylerin olduğunu hatırlatmak istedim.”
Farkındalıktan uzak insanların hayalleri, idealleri, düşünceleri, yani varoluşu, mekanik bir oluştan ibarettir.
Bu durumdaki insanlar bir çeşit rüya halindedir. İçinde yaşadığı koşullar ya da kültür de bu rüya haline katkıda bulunmaktadır. Aile, iş çevresi ya da sosyal çevre, kişinin kendisine ya da çevresine adaptasyon süreçlerini doğrudan ilgilendirir. Aile tutumları üzerinden çocukluktaki etkilerin belirleyici gücüne burada dikkat çekmek gerekir.
O kadar çok duyuyoruz ki; her yerde “farkında” olmaya çalışan insanlar... “Kendinizin farkında olun”, “Diğerinin farkında olun”, “Duygularınızın farkında olun”, “Sonuçların farkında olun” vs. vs... Lakin nasıl olunuyor ki? Ne gibi bir şeydir bu fark edebilme hali?
Farkındalıkla ilgili yazında pek çok metafor vardır. Bunlardan biri bisiklet tekerlekleridir.
Tekerleğin orta kısmında, zincirlerin bağlı olduğu parçaları aklımız olarak düşünün. Söz konusu parçadan bisiklet jantları tel tel tekerleğin dış kısmına doğru uzanır. Tekerleğin dışarısı ise, anda yaşadığımız farklı duygu ve düşüncelerimizi sembolize eder. Jant telleri ise odaklanmadır. Odaklanmadan uzaklaştığımızda farkındalıktan uzaklaşırız.
Odaklanmamız, bisiklet tekerleğinin dış yüzeyindeki çok küçük parçalara odaklanır. Ardından kendimizi bu küçük parçalarla tanımlarız. İçdünyamızı sembolize eden tekerleğin geriye kalan parçalarını dikkate almayız. Bu düşünceler, sığ, obsesif ve tekdüzedir. Ve bizi depresyon ve anksiyeteye iter. Farkındalık, böylesi düşünce yapılarını fark edip, kendimizin o an düşündüğümüz ya da hissettiğimiz duygulardan ya da düşüncelerden teşkil olmadığımızı anlamaktır. Tekerleğin tümü ise gerçekliği sembolize eder.
Metaforu anlattıktan sonra, bilişsel uyumsuzluk teorisi ile devam edelim. Buna göre beynimiz basitçe insan eylemi ile düşüncesinin çelişmesini yok etmeye odaklanmıştır. Karşıtı beklenmez çünkü bu benliğimize inancımızı deforme eder. Farkında olma, zihnimizdeki algının/düşüncenin farkında olmaktır. İşte tam burada fark arttıkça, tutarsızlaşan unsurlar, zorlar, duyguları uzaklaştırır. Zihni de üzer. İsteksizlik de baş gösterir. Farkındalığın olmasına ya da olmamasına beynimiz doğrudan tepki verir.
Columbia Üniversitesi ve Chemnitz Teknoloji Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, yaklaşık 20 kadar çalışmadan elde edilen sonuçları bir araya getirerek beynin tam olarak hangi bölgelerinin etkilendiğini belirlemeye çalıştı. Buna göre araştırmacılar sekiz farklı bölge belirledi. Bunlardan ilki ACC diye kısaltılan anteriyor singular korteks. Beynin ön lobunun arka kısmında kalan bu bölüm hedef odaklı ilgi ve davranış, kişisel yönetim gibi eylemlerden sorumlu. Buna göre ACC bölgesinde hasar bulunan kişiler içgüdüsel davranışlara ve kontrolsüz agresyona daha yatkın oluyor, davranışlarını duruma uygun hale getirmek yerine sonuca götürmeyen sorun çözme stratejilerine takılıp kalıyorlar.
Düzenli olarak meditasyon yapan kişilerde ise bu bölüm, meditasyon yapmayanlara göre üstün performans gösteriyor. ACC aynı zamanda doğru kararlar vermek için geçmiş tecrübelerden ders çıkarma sürecinin de gerçekleştiği bölüm. Uzmanlar, ACC bölümünün belirsiz ve hızla değişen şartlara uyum sağlamak konusunda önemli olduğuna dikkat çekiyor. Bir diğer görüntüleme ise beynin hipokampüs bölümünde oluyor. Burası, duygular ve hafızayla ilgili olan içsel yapı serisinin oluşturduğu limbik sistemin bir parçası ve stres hormonu olan kortizol alıcılarıyla kaplanmış bir şekilde. Araştırmalar bu bölümün kronik stres sonucu zarar görebileceğini gösteriyor. Bunun yanı sıra stres bozukluğu yaşayan bireylerde hipokampüs bölümü daha küçük olabiliyor.
Nörobilimciler farkındalık pratiklerinin beynin algı, fiziksel farkındalık, acıya karşı tolerans, duygu yönetimi, iç gözlem, karmaşık düşünme ve kendini düşünme ile ilgili bölümlerini etkilediğini söylüyor.
Ancak bu değişikliklerin ne şekilde gerçekleştiğini ve hangi mekanizmaları harekete geçirdiğini anlamak için daha fazla araştırma yapılması gerekiyor.
Durum böyleyken, efsanevi film Matrix’teki kâhini anımsamanızı rica edelim: “Hayır, sen seçimini yaptın, şimdi yaptığın seçimi anlamak zorundasın.” Kâhin akıl oyununda Neo’ya, o bilmese bile kararını verdiğini söylüyordu. İnsanın bilinçaltında çeşitli işlemler var. İhtiyaç duyulduğunda bu işlemler aracılığıyla veriler bilince sunuluyor. Beyindeki
süreçler, insanın “dikkati” için yarış halindedir. Bu farkındalık ya da
seçicilik gibi bir şeydir. Sohbette futbol konusu geçince konuşulanlara dikkat kesilmek gibi bir şey. Beyin, bilinçli karar verdiğimizde bunu bilinçaltındaki süreçlerin etkisinde gerçekleştiriyor, alttaki işlem sürecinde ilgili kararı bizim “dikkatimize” sunuyor.
Bilginin sırrını bulmaya çalışmak, insanoğlunun yaratılıştan itibaren en büyük arzusudur. Nereye baksa onu bulmaya çalışmıştır. Ne tür bir bilgi aradığı konusunda da sadece bu düşünürlerin değil, tüm insanların kendi öncelikleri vardır. Fakat belirtmek gerekir ki, her türlü bilginin sırrı, onun bitmezliğinde gizlidir. Bilmek, sonu hiç gelmeyen bir süreçtir. Her zaman bilinecek bir şeyler vardır. Tüm bilgilerin sırrı da aslında budur.
Bilginin bitmezliği, insanların sözlerinin sonsuzluğuyla hep paralel gider. Hep söyleyecek bir şeyler daha olmalı diye düşünürsünüz. O nedenle bir metni bitirmek her zaman en zor olanıdır. Ancak en azından belli bir zaman dilimi için sözler mutlaka bitmelidir.
Bu çok değerli bir şeydir. Neyi ifade eder peki? Başka bir deyişle anlatalım. Daha çok farklı gördüğümüz, diğerlerinden kendilerine özgü özellikleri nedeniyle kolayca
ayırt edebileceğimiz insanlara “nevi şahsına münhasır insan” deriz ve günlük dilde bugün bile kullanırız. Bu deyim aslında farklı olan insanlar için değil de, “kendi gibi olan” insanlar için kullanılmalıdır. Çünkü deyim, bir insanın kendi gibi olmasını, maskeler takmamasını, doğru, dürüst ve erdemli olmasını, yani böyle bir insan modelini işaret eder. Vicdanlıdır.
Hayatınızdaki “nevi şahsına münhasır insan”lara her zaman güvenebilirsiniz, sırtınızı yaslayabilirsiniz. O duvar üstünüze asla yıkılmaz. “Bir öyle bir böyle” insan tipi değildir bu insan. Farklıysa, farklılığı erdemindendir. Şahsı, temizdir. Destekleyici ve iyimserdir. Onu karanlığı lanetlemektense mum yakarken görürsünüz. Bu mum, çoğu zaman kalbinizi aydınlatır. Bir de o kişinin kendi kalbini. Ne de olsa, iyilik iyilikten doğar. Ulaşılması gereken insan tipini ifade eder, bu deyim. Bir hedef kişiliktir.
12. yüzyıl sufi şairi Rumi bu duruma dair şöyle söyler:
*
“İnsanlar pansiyonlar gibidir. Her sabah __yeni bir konuk gelir.
Mutluluk, depresyon, bunlar kötü şeylerdir; hiç umulmadık bir anda, beklenmedik bir konuk, yani vicdan çıkagelir. Hepiniz hoş geldiniz, umarım harika bir zaman geçirirsiniz.
Büyük bir şiddetle tüm mobilyalarınızı sağdan sola savurarak evinizi temizleyen bir sürü ağrı olsa bile, her bir misafirinize saygılı bir şekilde davranırsınız.
Hatta bu misafirler, kendi zevkleri uğruna __sizi bile ortadan kaldırabilirler.
Kötü düşünceler, utanç, kötülük. Onları __kapıda karşılayın, size güldüklerini göreceksiniz, olsun içeri davet edin.
Gelen her bir misafir için minnettar olun, __çünkü hepsi, öbür dünyadan gönderilen rehberler gibidir.”
*
Bir fabrika sahibi, fabrikada çok değerli saatini kaybeder. Bulana ödüller vaat eder. Ertesi gün fabrikaya küçük bir çocuk gelir. “Saatinizi bulabilirim” der. Patron, “Oğlum bu kadar işin arasında bir de seni ayakaltında istemiyorum. Fabrikanın üretimine mâni olursun. Birkaç gün sonra herkes gittiğinde fabrikaya gel ve ödülü kazan” der. Birkaç gün sonra çocuk fabrikaya gelir. Fabrika sessiz, herkes evine gitmiş. Çocuk patronun saatini kaybettiği katta biraz dolaşır ve on dakika sonra saatle geri döner. Patron şaşkın vaziyette çocuğa saati bulmayı nasıl başardığını sorar:
“Kaç gündür herkes bu saati aradı. Sen nasıl çabucak buldun?”
Çocuk yanıtı verir: “Sadece saatin tik taklarını dinledim.”