• BIST 8728.32
  • Altın 2240.582
  • Dolar 32.336
  • Euro 35.1296
  • İstanbul 12 °C
  • Ankara 5 °C
  • Tunceli 9 °C

“Raa Heq u Oli” dedikleri…

Cafer Yüceer

Hemşerimiz, yazarımız sevgili Remzi Aydın'ın "PİRO" adlı romanını okuduğum şu günlerde, bizim hanım geleneklerimizin gereği olan, "Xêrê merdu-ölülerin hayrı” için Kuran okutmaya niyetlendi. Bu niyetine binaen Yeter xanıme-hanım evde gereken tüm hazırlıklarını yapmaya koyulurken, bana da Kuran okutacak hocayı bulup getirme işi düştü.

 

Bunun için köyden tanıdığım Derviş Cemal Ocağı’ndan Pir Alişan Dede'nin yanına vardım. Durumu kendisine anlattığımda, sağ olsun pirimiz anlayış göstererek çıkıp benimle gelmekte bir an bile tereddüt etmedi. Bu şekilde birlikte yola koyulduk ve eve vardık...

 

Eve vardığımızda, ev ortamında bir kaç kişi daha vardı. Karşılıklı hal hatır sorduk. Bir müddet sonra da muhabbetin kapısı iyiden iyiye aralandı. Nasıl olduysa insanlar, bir bir geçmişe dönük anılarını anlatmaya koyuldular. Böyle olunca, bir mutluluk bizi sarıp sarmaladı; öyle ki anlatılan anılar karşısında adeta büyülenmiştik.

 

Dersim Raa Heq-Xızıri inancında, bir ziyaret mekanında, Gağan (aralık-ocak)zamanında niyaz-göme, çıla ve dualar ile yapılan bir ritüel.

 

Anlatılanlarla birlikte gülüyorduk da. Ancak gülmekle birlikte bir taraftan da hüzünleniyorduk. Çünkü Dersim-Vacuğe-Mercan’a dair o eski günlere geri gittik. Sanki hep birlikte o geçen zamanı geri getirmişçesine, o zamanı tekrardan yaşıyorduk. Sohbet böylesi büyüleyici bir atmosferde sürerken, bir ara sözü Mahmut Coşkun aldı:

 

“Bizim köyde bahar sökümü başlamıştı. Mansuran Mezrası'nın yamaçları artık iyiden iyiye yeşermişti. Mal davar yabana gider, otlanır geri gelirdi. Keçilerin, koyunların sağım zamanı gelmişti. Hanım sağımdan sonraki sütü mayalamak istiyor; fakat süt bir türlü maya tutmuyordu. Her seferinde süt bozuluyor ve ziyan oluyordu. Bu arada keçilerin yavruları-gıdikler tek tek ölüyordu. Hanım, üzüntülü bir halde bana; ‘Görmüyor musun başımıza geleni! Ne duruyorsun? Var git Hesen Xeyri’ye! Onun nefesi keskindir. Belki bir çare olur…’ diye.

 

Ben de tüm bu olan bitenler karşısında çaresiz kalmıştım. Bu sebeple bir sabah erkenden köyümüz Mansuran'dan yola koyuldum. O bizim yamaçları aşıp bir sırta vardığımda, Saverdi-Şahverdi Köyü karın içinde gömülmüş bir halde gözlerimin önünde belirdi. Zavallı köy! Bu baharın söküm ettiği günlerde bile hala karı-kışı yaşıyordu; insanlar halen karın kışın içerisinde bocalayıp duruyorlardı. Yalnızca güneye bakan Mercan Dağları etek ve yamaçlarındaki toprak yer yer kahverengiye dönmüştü. Fakat bu köyde topraklar kış uykusunda, hala karın altındaydı...

 

Hem yürüyor hem de çevreyi ve olan biteni gözlemliyordum. Bu duygu ve düşüncelerle köye doğru hızlı adımlarla ve sıklaşan nefesimle yol almaya devam ediyordum. Bu arada kendi kendime de söylenip duruyordum. Keza, bazı kaygılar taşıyordum. ‘Acaba ne olacak?’ diye. Devamlı suretle zihnimi yoran ve ardı gelmez buna benzer sorularla gittikçe köye yaklaşıyordum. Bu koca dağ başlarında, bu ıssız ve derin vadilerde başkaca da çare yoktu. Söz konusu olan yılların emeği, çocukların nafakasıydı...

 

Bir süre sonra ve nihayetinde köye, Hesen Xeyri’nin evine vardım. Hesen Xeyri'nin oturduğu evde, köydeki diğer o güzelim evlerin yapımında zamanında çalışmışlığım vardı. Önceleri Hüseyin Sedef ustanın yanında işçi olarak çalışıyordum. Bir gün Hesen Xeyri beni yanına çağırdı: ‘Gel!’ dedi. ‘Gel de sana el vereyim!’ dedi…

 

Şaşırmıştım; ‘El vermek de ne anlama geliyordu?’ diye. Bana dedi ki; ‘Eline bir mala, bir de çekiç al ve yanıma gel!’ Dediklerini harfiyen yerine getirmeye çalıştım. Sonra elimi avuçlarının arasına alıp, dudaklarının arasında bir şeyler mırıldanmaya başladı. Bu yaptığı birkaç dakika kadar sürdü. Tuhaf duygulara kapılmıştım; üstümde bir ferahlık, bir esinti hissettim. Sonra, elimi bıraktı ve bana; ‘Var git; sen bundan sonra usta olarak çalışacaksın!’ dedi. O günden sonra duvar ustası olup çıktım...”

1970’li yıllar; Dersim-Ovacık-Mercan-Saverdi köyü.

 

İşte; böylesi anılarımızı anlatarak o günleri adeta geri getirmeye çabalıyorduk. O günleri, o sevdiklerimizle tekrar yaşama çabası içerisindeydik. Sohbet, bu havada sürüyordu...

 

“Hesen Xeyri’nin de evinde de bir terslik yaşanıyordu. Söğüt ağaçların incecik dallarını soyup davara yem olarak hazırlıyorlardı. Bununla birlikte koçen-ince meşe dalları ve budakları kırıyorlardı. Eli bıçak tutan, incecik dalları soymasını bilenler, koçen yığının etrafında kümelenmiş konuşuyorduk. Uzun ve zahmetli bir yol geldiğimden bayağı da acıkmıştım. Bir ara evin khevanisi-evin aşçısı-evin hanımı Altun hatunla göz göze geldik. Altun hanımın kalkıp da bana yiyecek bir şeyler hazırlama niyeti pek yoktu.

 

Onun da tadı-tuzu kaçmıştı; beti benzi soluktu. Bir ara nasıl olduysa kendisine; ‘acıktığımı’ söyledim. Bu feryadımı duyan Altun hanım, bu durumumu düşünememiş olmasının mahcubiyetiyle dunıke-mutfaktan aldığı tavanın kulpundan tutup lozıne-ocak-şöminenin başına vardı ve yiyecek hazırlamaya koyuldu. Bu işi yaptığı esnada da bana, gelişimin sebebini sordu:

 

‘Bıra, xêro; tu çınayre nia vejiya ama-Kardeş, hayırdır; sen ne için böyle çıkıp geldin?’ Bu sorusu üzerine, ben de durumu kendisine anlattım. ‘Gidikler tek tek ölüyor. Süt maya tutmuyor. Eşim de dedi ki; ‘Var git Hesen Xeyri’ye! O şifasını bize gönderir...’ Bu sözlerim üzerine koyulduğu işten bir anlığına doğruldu ve yüzüme tebessümle bakarak şöyle dedi:

 

‘Teww; bara ye Heq mare husk vo. Ala nu qesewo ke tu vana. Xerê êy ke bıvo, xore benu; bıra bıra! Hêq bo ke bıjekê maki mırene. Ala tu ki seweta çık ama- Tey; o payımıza düşen Hak'kın hakkı bize düşmez olsun. Hele senin bu söylediğine bak. Onun (Eşi Hesen Xeyri’yi kast ediyor.) bir hayrı olsa kendisine olur. Odur bizim keçi yavrularımız da tek tek ölüyorlar. Sen de bunun için gelmişsin ha!’

 

Altun hanımın bu şekilde şikâyet edercesine söylenmesine biraz üzülmüştüm. Bu sebeple bir an için de olsa umutsuzluğa kapılmıştım. Öte taraftan Hesen Xeyri'yi de tanımıyor değildim. Ona, bu yörede inanan çok insan vardı. İnananlardan biri de ben ve benim eşimdi. Neyse; bu kuşku ve kaygılar ile yemeğe (tavada kırılan tereyağlı yumurta-omlet) oturduk.

 

Hep birlikte ve bir suskunluk içerisinde yemeğimizi yedikten sonra, Hesen Xeyri duvardan bir kitap indirdi. Nasırlaşmış parmaklarını diliyle ıslatarak kitabın yapraklarını ağır ağır çevirmeye başladı. Bu arada birden çok dua okudu. Sonra, bir kâğıt eline aldı ve Arapça bir şeyler yazmaya başladı. Adamcağız bir süre sonra da başını kaldırarak bana baktı ve elindeki kâğıdı bana uzatarak:

 

De hayde; rawurze su. İşala cıra xêr vinena-De haydi, var git evine barkına. İnşallah şifasını bulursun!’ dedi. Bu halde koynumda sakladığım o kâğıtla yine zahmetli bir yolculuktan sonra evime vardım. Olan biteni eşime anlattım. Eşim, o gün sağılan sütü mayaladı. Süt, ertesi gün maya tutmuştu. Yoğurdu severek kaşıklıyorduk. Gidikler de artık ölmüyordu…”

*

Mahmut Coşkun bu anısını, sanki o eski günleri sanki tekrar yaşıyormuş gibi bize anlatıyordu. Ve bana, "Sen babandan neden el almadın!" diye bir de sitemde bulundu. Ben ise; “Bu yaşananları biliyor ve hatırlıyorum.” dedim. Bu yörede, bu yoksul, fakat inançlı insanların çaresizlik içinde dertlerine böyle derman aradıklarına çok şahit olmuştum. Ama nedense tüm bu olan bitenleri zamanında inandığım halde yeterince idrak edememiştim. Ancak içinde yaşadığım ve benim de bir üyesi olduğum toplumumun bu inanç, gelenek ve göreneklerinin çok geç farkına vardım...

 

Sol başta; Tornê Xelil Ağa’y-Hesen Xeyri.

 

Şimdilerde sevgili Remzi Aydın’ın “Piro” adlı eserini okuyunca, o gün Mahmut Coşkun’un babamla ilgili bu anıları aklıma geldi. Remzi üstadın Piro'daki anlatımlarında adeta kendimi ve Mahmut Coşkun'u buldum. “Piro” adlı eserde anlatılan mucizeler; “nefes, davranışlar, sevgi, ışık, zamansızlık ve mekansızlık, yokluk ve hiçlik” gibi kavramlarla bir bütünlük içine girdim.

 

Maneviyatı, ruhlarla hareket edebilmeyi, ruhları anlayabilme yolunda düşünmeye koyuldum. Demek ki atalarımızın ve bizlerin yaşadığı buymuş; adına Dêsim-Dersim denilen ve Raa Heq inancının yüz yıllarca sürüldüğü bu kadim coğrafyada. Bizim yaşadığımız topraklarda gerçekten Piro, Rayber, Ehl-i Kâmil diye anılan nice evliyalar, nice gönül adamları, nice ocakzadeler dile gelmiş; ikrar vermiş, ikrar almış. Gönül hoşnutluğu içinde insan sevgisini yaşatmaya çalışmışlar.

Kendimi Piro'nun nefesini takip eden, ondan bir şeyler öğrenmeye, el almaya çalışan romandaki o fotoğrafçıya benzettim.

 

Elbette babamın yaptıklarını ve bize anlattıklarını hatırladım. Rahmetli babam (Hesen Xeyri) her ne kadar bu romanda anlatılan Piro kadar etkili değildiyse de, bir yabani ayının yardımına koşacak kadar bir yüreğe sahipti. İyi haberleri ve kötü haberleri öneden kestirebiliyordu. Öyle ki kendi ve insanların akıbeti hakkında bile bir öngörüye sahipti.

 

Piro kadar hisleri kuvvetli olan, ışığın sırrına ermiş, tecrübesi olan, acıyı-zulmü gören ve buna mukabil merhameti, sevgiyi ve sabrı bilen, yokluğu ve kıtlığı yaşayan, Xızır'a ve Jiar-u Diyar'lara inancı olan, Raa Heq'e (Hak’kın-doğruluğun, adaletin ve ışığın yolu) göre yaşamaya çalışan, yeri geldiğinde bir küçük çocuğun önünden kalkmasını bilecek kadar da sevgi dolu ve hoşgörülü bir gönül insanıydı babam…

.

İnsanlar ona, "Tornê Xêlil Ağay" derlerdi. Ve onun babasının ekmeği üstüne yemin ederlerdi:

"Xızır vo; nonê Alağayi sero bo!" derlerdi.

Cafer Yüccer; Mercan-Saverdi köyü.

Babam, doksanlı yılların başında, 1994’te köyler yakılıp yıkılmadan bir yıl önce bir gün rüyasında; "Bu köylerin yakılıp yıkılacağını, insanların buralarda kalmayacağını ve bu çaresizlik içerisinde göç edeceklerini..." ağlayarak insanlara anlatmıştı.

 

Ve yıllar sonra anlattığı rüya ne yazık ki gerçek oldu. Keşke babam Hesen Xeyri o rüyayı hiç görmeseydi ve o yöre insanları o felaketi yaşamasalardı. Wele cıre xebere mevero; Heq u Oli  rama xo pırovornu; roê xo werte gul u nuri de roştte bo!..

 

Cafer Yüceer

[email protected]

 

Not: Bu anımı, Ercan Gür dostum ele alarak gözden geçirdi ve Kırmancki-Zazaki düzeltmelerini yaparak bana gönderdi. Çok beğendim. Ercan arkadaşımın bu konudaki yeteneğiyle bana katkısı benim için çok değerli. Sağ olsun, var olsun; iyi ki kendisini tanımışım…

 

Bu yazı toplam 22471 defa okunmuştur.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
    123456
    Tüm Hakları Saklıdır © 1971-2023 Dersim Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0 (428) 212 10 16 | Faks : 0 (428) 212 10 16 | Haber Scripti: CM Bilişim